Trust if only it's enough...

11 Haz 2011

Mimari izni ve kat sayısı halen bir muamma olan Demirören'in, Beyoğlu'nun göbeğine yerleşmesi ile İstanbul bir alışveriş merkezine daha "kavuştu". eksiyirmidört elma ve tarçın kokulu, sıcacık renkli AVM'lerin 1970'lere uzanan öyküsünü araştırdı.

İstanbul - eksiyirmidört
11 Haziran 2011, Cumartesi Bianet.org'tan alıntıdır.

İstanbul' da yaşıyorsanız yürümekten en çok hoşlandığınız yer muhtemelen İstiklal Caddesi'dir. Hafta içi bile olsa hep kalabalık olan bu caddenin cezbedici bir tarafı vardır. Tarihi binalar, caddeden yürürken kulağınıza gelen tanıdık melodiler, sanat mekânları, samimi sohbetlerin döndüğü cafeler... Bir türlü yapılması tamamlanamayan kaldırımları bile keyfinizi bozamaz(dı).

Ne yazık ki son zamanlarda caddede yürürken keyfinizi bozabilecek bir yapı çıkıverdi karşımıza. Demirören Alışveriş Merkezi dediler bu "ucube"nin adına. Mimarı, alınan izinleri ve projenin kendisi tam bir muallak olan bu yapı, İstiklal'in kendi dokusuna oldukça zarar verdi. Mimari ve alışveriş için oldukça geniş seçenekler sunan, cafe, sinema ve tiyatro adına her şeyin olduğu Beyoğlu'na neden alışveriş merkezi yapılmıştı peki? Demirören ile başlayan bu sorgulama bize bir gerçeği gösterdi: alışveriş merkezleri bizzat şehrin ta kendisi olmuştu.

Alışveriş merkezlerinin çıktığı ülke, tüketimin kendi adıyla da satıldığı Amerika Birleşik Devletleri'dir (ABD). 1920'li yıllara kadar uzanan alışveriş merkezi kültürü, 1957 yılında Uluslararası Alışveriş Merkezleri Derneği'nin (International Council of Shopping Centres- ICSC) açılmasıyla resmi organizasyonuna kavuşmuştur. 1970'li yıllarda "shopping mall" denilen bu mekânlar, giysinin yanı sıra çeşitli ürünlerin satıldığı, sinema, tiyatro ve eğlencenin de içine dâhil edildiği yerlere dönüşmüştür. 1980'li yıllar shopping mall'ların olgunluk dönemidir. Bu dönemde alışveriş merkezleri kendi içinde bir nevi yeni semtler olmuştur.

Türkiye'de, tarım toplumundan kent toplumuna geçişin hızlı bir şekilde yaşandığı, ülkenin ekonomik ve diğer her anlamda faklılaştığı 1980'li yıllar, bizim alışveriş kimliğimizi belirleyen dilim olmuştu. Alışveriş kültürünün ekonomik sistemin bir gereği olduğu, bu dönem içinde topluma öğretilmişti. İnsanoğlunun geçmişten beri yaşamak için tüketen yapısı, tüketmek için yaşamaya dönüşürken, Türkiye de bu duruma yabancı kalmadı. Değişen bu yapı ile birlikte alışverişin hayatımızın ana alanında olması artık kaçınılmazdı. İstanbul'un, açık hava alışveriş alanları olan Nişantaşı, Bağdat Caddesi gibi yerlerinin yanında, her değişimde olduğu gibi mimari olarak bizi içine alacak mekânlara ihtiyacı vardı.

Böylelikle Türkiye'nin ilk alışveriş merkezi Gallleria, 1988 yılında devlet ortaklığı ile Ataköy'de açıldı. Merkezin devlet ortaklığı ile açılmasını başka bir konunun yazısı olarak orada bırakıyorum. Galleria ilk açıldığında beklenenden çok ilgi görmüş ve sadece Ataköy'ün değil, tüm İstanbul'un alışveriş merkezi haline dönüşmüştü. Sonrasında alışveriş merkezleri başta İstanbul olmak üzere metropollerde hızlı bir şekilde yayıldı. Bugün ise neredeyse adım başı bir alışveriş merkezine rastlamak mümkün. Bakırköy'de yan yana duran iki alışveriş merkezi bu durumun belki de en trajikomik hali. Şu an İstanbul'da 94 civarında işleyen alışveriş merkezi var. 50'ye yakın alışveriş merkezi de yolda. 2015'e doğru bu sayının 140'ı geçeceği söyleniyor.

Galleria'nın ardından, başta İstanbul'un olmak üzere, metropollerin değişen mimari özellikleri ile yaşam alanlarımız oldukça kısıtlandı. Sahillerimiz elimizden alındı, boş bulunan her araziye otel dikildi. Tabi bir de bu yazıda büyük bir aşkla bahsettiğimiz alışveriş merkezleri... Bu yapılar sloganlarında bahsettikleri gibi bir "yaşam alanı" haline geldiler. İnsanların alışverişlerini yaptıkları, kültürün ve sanatın pazarlandığı, gençlerin sosyalleştikleri mekânlar oldular. AVM'ler konusunda bir de Baudrillard'ın sözlerine kulak kesilelim: "Tüketim merkezlerinde biz, gündelik yaşamı tümüyle düzenleyen ve homojenleştiren tüketiciliğin büyüsü altındayızdır. Her şey soyut bir mutluluğun yarı saydamlığına havale edilmekte, zorunlu iş, boş zaman, doğa ve kültür aktivitelerinin hepsi birbirine karışarak klimalı ve kapalı mekânda sonsuz bir alışverişe dönüşmektedir."

Bu merkezlerde dikkat çeken, çoğu zaman boş gibi görülen mağazaların aksine yiyecek ve içecek alanlarının her zaman dolu olması, insanların çoğu zaman alışveriş yapmaktan ziyade burayı bir buluşma mekânı olarak kullanmaları. Kış aylarında bir nebze makul görülebilen alışveriş merkezi cafe'lerinin kullanımının, yaz aylarında (özellikle İstanbul' da yaşıyorsanız) neden bu denli yoğun olduğu oldukça düşündürücü. İnsanları cezbeden renkli alışveriş dünyasının kendince çekici bir kaç numarası var elbette.

Alışveriş merkezine adım attığınız anda "tüketime merhaba" dünyası karşılar sizi. İnsan algısının yeni bir mekâna girdiğinde iç mekân ışığını algılaması 30 saniye kadar sürüyor. İçeriye girdiğinizde yavaşlıyorsunuz ancak yürümeye devam ediyorsunuz. Alışveriş merkezlerinin girişinde olan mağazalar bu sebeple gözden kaçabiliyor. Buna önlem olarak, siz sevgili tüketicilerini düşünen mekân sahipleri girişteki mağazalara birer kör nokta yapıyorlar. Burada sizi uzun boylu zarif kadınlar karşılıyor. Böylece 30 saniyede algınız tavan yapıyor. Artık alışveriş yapmaya hazırsınız.

Almak istediğiniz özel bir ürün var ve mağazanıza yöneleceksiniz. Ama durun. O da ne? Merdivenlerin arasındaki mesafe oldukça geniş. Elbette bunu da sizler için düşünmüşler. Belirli bir mağazaya ulaşmak için yer değiştirirken, diğer mağazalara da şöyle bir göz atın diye bu mesafe uzun tutuluyor. Hatta haftanın ve ayın belirli zamanlarında bu merdivenlerin iniş ve çıkışları değişiyor ki sürekli aynı yolu takip edip diğer mağazaları gözden kaçırmayın.

Aynı mantıkla yeme içme yerleri de genelde hep üst katlara konuluyor. Bu sayede "Aman, oturup bir kahve içeyim, sohbet edeyim" demenize izin vermeyip, ister istemez mağazalara bakmanız sağlanıyor. Bununla yetinmeyip, siz sevgili tüketicilerinin tüketim algısı daha fazla açılsın diye, havaya elma ve tarçın kokusu sıkıyorlar. Duvar renklerinde daha sıcak renkler kullanmalarının sebebi de bu.

Alışveriş merkezi içinde sıkışan şehirlerimizde, gezme, yeme, eğlence ve sanat için oldukça fazla olanak var. Ancak hayat dışarıda akarken, sahte elma, tarçın kokuları arasında, kalıplaşmış mimari içinde, kendinizi bir şeyler tüketmek zorunda hissettiren bu mekânların büyüsüne kapılmamak gerek. Çevrenizi dört bir taraftan kuşatmış bu binalardan ne kadar kaçabileceğiniz muallak elbette. (NK/EKN)

* Bu yazı eksiyirmidört'ün 2. sayısından alınmıştır.

** Eksiyirmidört'ün bu sayısında, "Sağın Bitmek Bilmeyen Rüyası: Başkanlık Sistemi", "Helal İntertnet", "Gerilla Sanatçı Hareketi: Küf Project", "Ergenekon Kaçırılmış Bir Fırsattır", "Başbakan'ın Emriyle Bombalanan Gazete: Özgür Gündem" ve daha pek çok konu hakkında hazırlanmış yazı ve röportaj bulabilirsiniz.

23 Mar 2010

Homofobi bir hastalık mı?


Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladı. Homofobiye gelince...

HAKAN ATAMAN (Arşivi)

SS Nazi Lideri Heinrich Himmler, 1936’da, eşcinsellik ve kürtajla mücadele için Gestapo’nun merkez ofisini kurdu. Bunun sonucunda, eşcinsel oldukları için yaklaşık 100 bin erkek tutuklandı ve bu tutukluların neredeyse yarısı cezalandırıldı. Bazıları hayatlarını hapishanede tüketti, bazıları hapishaneye bir alternatif olarak zorla hadım edildi ve binlercesi Nazi toplama kamplarına gönderildi. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama kamplarında kullanılan ve toplama kamplarında tutulan kişileri sınıflandırmak amacı ile farklı semboller kullanılıyordu. Pembe üçgen eşcinseller içindi. Pembe üçgenli erkekler, gardiyanlar ve hapishanelerdeki diğer mahkûmlar tarafından sıklıkla ve özellikle şiddete maruz bırakıldılar. Bazı eşcinseller aynı zamanda tıbbi deneylerin ve onları birer heteroseksüele dönüştürmeye yönelik tasarlanan programların mağduru oldular. Tahminen yarıdan fazlası idam edildi ya da hastalık ve yetersiz beslenme nedeniyle öldü. Fakat Nazi toplama kamplarından kurtulanlar için eziyetler ve aşağılamalar sona ermedi. Onlar Nazi zulmünün mağdurları olarak tanınmadılar ve tazminat talepleri reddedildi. Ne yazık ki, aradan geçen süreye rağmen hiç kimse kamplardan sağ kurtulanların maruz kaldığı bu trajik ve utanç dolu muamele için özür dilemedi. Ne yazık ki önyargı, ayrımcılık ve ikiyüzlülük duvarı henüz kaybolmadı ve Avrupa çoğunlukla eşcinsel düşmanlarına mağdurlarından daha fazla hoşgörülü. Bunun somut bir örneği, geçtiğimiz günlerde Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüel (LGBTT) örgütlerinin, uzmanların, aydınların ve insan hakları savunucularının haklı tepkisini çeken, “eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilmelidir” sözleri oldu. Peki, gerçekten de öyle mi? Yani eşcinsellik bir hastalık mıdır? Tedavi mi edilmeli?

Dünya Sağlık Örgütü
Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği, bir hastalık ya da duygusal bir problem değildir. Cinsel yönelim ya da toplumsal cinsiyet kimliği geçmişte önyargılar nedeniyle bilim çevreleri de dahil olmak üzere bir kimlik bozukluğu, hastalık, sapıklık gibi olumsuz ifadelerle tanımlandı. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladı. Önce 1973’te Amerikan Psikiyatri Derneği Yönetim Kurulu eşcinselliğin DSM’de (Hastalıkların ve Sağlıkla İlgili Sorunların Uluslararası İstatistiksel Sınıflaması) sıralanan hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar verdi. Karar, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu (yüzde 58) tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği, 2006’da yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar ifade etti. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992’de bu karar, ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren WHO üyesi tüm ülkeler yeni sınıflandırmayı kullanmaya başladı. Bu vesileyle 17 Mayıs tarihi, LGBTT bireyler tarafından “Uluslararası Homofobi Karşıtı Gün” olarak tahsis edildi ve bu tarihte değişik etkinliklerle ele alınıyor. Bununla birlikte günümüzde dahi halk, politikacılar arasında ve bilim çevrelerinde cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği tartışılıyor. Ancak bilimsel olarak bakıldığında eşcinselliği benimsemiş ve bu kimliği ile barışık olan grupta ruhsal sorunların ya da bir kimlik bozukluğunun olduğunu bildiren bir veriye rastlanmıyor. 1990’da Amerikan Psikoloji Derneği, değiştirme terapisinin işe yararlılığı konusunda hiçbir bilimsel bulgunun olmadığını ve yarardan çok zarar verdiğini belirtti. 1997’de Amerikan Psikoloji Derneği’nin Temsilciler Konseyi, homofobik uygulamaların karşısında olduğunu belirten bir karar aldı.
Özel olarak ayrı ayrı kavramlar ifade edilse de, LGBTT bireylere yönelik hoşlanmama veya nefret etme sonucunda ortaya çıkan ayrımcılığa biz homofobi diyoruz. O halde yazımızın başında sorduğumuz soruyu tersinden sorabiliriz. Eşcinsellik değilse, homofobi bir hastalık mıdır? Bu soruya tamamen evet ya da tamamen hayır demek şimdilik biraz zor görünüyor. Walden Üniversitesi’nden Dr. Elaine C. Spaulding’e göre, sosyo-kültürel fenomenler tarafından organize edilen cinsiyetçilik, ırkçılıktan farklı bir şekilde homofobi psikolojik bir durum olarak görülebilir. John Hopkins Üniversitesi’nden Dr. Mary H. Guindon ise daha ileri giderek, kişisel özelliklerin homofobi, ırkçılık ve cinsiyetçilik yoluyla diğerleri üzerinde adaletsizce, acı veren ve hoşgörüsüz davranışlarda bulunmak için bir etken olduğunu ve bu nedenle bu tür davranışların bir hastalık, psikolojik bir problem olarak görülmesi gerektiği görüşünde. Öte yandan Arkansas Üniversitesi Psikoloji bölümünden profesör Jeffrey M. Lohr, homofobinin psikopatolojik bir problem olmaktan çok sosyal ve moral bir problem olduğu görüşünde. Bu görüş, Hıristiyan lobisinden Suzanne Chamberlin gibi yazarlar ve Norman Dean Radican gibi uzmanlar tarafından da paylaşılıyor. Homofobinin bir hastalık olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, o ya da bu şekilde bir problem olduğu tüm uzmanların ortak görüşü. Uluslararası insan hakları mekanizmalarının verdiği kararlar doğrultusunda hareket ettiğimizde ise, homofobinin aynı zamanda bir insan hakları sorunu olduğu çok açık. Günümüzde homofobik tutum ve davranışların neden olduğu ayrımcılık ve nefret suçları, beraberinde insan haklarını yaratan bütün değerlerin altını oyuyor ve içini boşaltıyor.
Sonuç olarak, başta politik liderler olmak üzere, dini liderler de dâhil olmak üzere toplumdaki kanaat önderlerinin ve diğer tüm etkin konumdaki kişilerin öncelikle söylemlerinden özel olarak homofobiyi ve genel olarak ayrımcılığı arındırması gerekiyor. Son olayda ise Kavaf’ın özrünü insan hakları savunucuları olarak merakla ve inatla bekliyoruz.

HAKAN ATAMAN: İnsan hakları savunucusu

11 Şub 2010

Bir bu EKSİKti(!) Dünyanın tek sorununun ve de sorusunun bugün kıçımı ne ile silsem ki olduğu günler diliyorum. Diliyor muyum?

İngiltere’de lüks mallar satan süpermarket zinciri Waitrose, hayli pahalı bir ürün olan kaşmir ekleyerek ürettiği tuvalet kâğıdıyla, müşterilerine ‘en hassas tuvalet deneyimi yaşama’ imkânını sunuyor. Keşmir keçisinin yününden elde edilen kaşmir, genellikle pahalı süveterler, çoraplar ve atkılarda kullanılırdı, şimdi ilk kez tuvalet kâğıdına da hammadde oldu. Kaşmirli tuvalet kâğıtlarının dörtlü paketi 2.29 sterline (5.5 TL) satılıyor.

9 Şub 2010

T.C. A.Ş.

Pek bir manidar olmuş... paylaşmasam çatlardım! Siz de çatlamayın da içinizden geçeni çemkirin :O ( Radikal.com.tr'den alınmıştır.)

Şirket, kârını yükseltmek için maliyetlerini, en başta da “işgücü maliyeti”ni sürekli olarak düşürmenin peşindedir. Demek ki, Başbakan'ın “özel sektör mantığı” ile çalışan devleti de sermayeye hizmet edenler dışındaki her harcamayı “maliyet” olarak görüyor.

SUNGUR SAVRAN (
Arşivi)
Başbakan Tayyip Erdoğan’a artık Türkiye Cumhuriyeti’nin genel müdürü ya da moda deyimle CEO’su olarak bakabiliriz. Çünkü Tekel işçileriyle polemiklerinden birinde şöyle konuştu: “Biz bu devleti adeta bir özel sektör mantığı ile çalıştıracağız.” İşte size Türkiye hakim sınıflarının 1980’li yıllardan beri izlediği ekonomi politikalarının yeni ve çok isabetli bir tanımı: Devleti şirket gibi yönetmek! Bir hatırlayalım, şirketlerin yönetimi hangi mantığa tabidir. Şirketler, sermayelerini en yüksek oranda ve en hızlı biçimde biriktirebilmek ve büyütebilmek için en yüksek düzeyde kâr elde etmek amacıyla çalışırlar. Başka bir amaçları yoktur! Devletin şirket mantığıyla yönetilmesi demek, devletin de kârın mümkün olan en üst düzeye çıkmasını ve sermaye birikiminin en olumlu tarzda gelişmesini tek amaç olarak benimsemesi demektir. Bir ülkede bunu gerçekleştirmek isteyen devlet, sermayeye mecburen hiçbir kaygı ve düşünce ile kısıtlanmamış tarzda hizmet edecektir. Yani Tayyip Erdoğan, bu sözüyle, Marksistlerin ısrarla söylediklerini en uç biçimi içinde itiraf ediyor. Marx, Komünist Manifesto’da, “devlet iktidarı, burjuvazinin ortak işlerini yürütmek için bir komiteden ibarettir” der. “Özel sektör mantığı” ile çalışmayı hedefleyen bir devlet bundan başka bir şey olamaz.Tayyip Erdoğan’ın ve hükümetinin yıllardır neden işçi sınıfının bütün haklarına saldırdığını, neden Türkiye’nin en hızlı ve en kapsamlı özelleştirmesini yapan hükümeti olduğunu, neden her alanı sermayenin çıkarlarına göre düzenlediğini anlamak kolaylaşıyor. Şirket, kârını yükseltmek için maliyetlerini, en başta da “işgücü maliyeti”ni sürekli olarak düşürmenin peşindedir. Demek ki, Erdoğan’ın “özel sektör mantığı” ile çalışan devleti de sermayeye hizmet edenler dışındaki her harcamayı “maliyet” olarak görüyor. En önemlisi de işçiler için yapılacak bütün harcamaları, düşürülmesi gereken bir maliyet kalemi olarak hesaplıyor.Bu durumda Tekel işçisinin kazanılmış haklarını söküp almak için neden elinden geleni ardına koymadığını anlamak daha kolay. Tabii, Tekel işçisine karşı her türlü demagojiye başvurmasını da.


Tekel’in özelleştirmeyle ilişkisi yokmuş!

Erdoğan’ın halkın kafasını karıştırmaya yönelik bu tür açıklamaları çok sayıda. Hızlı ve özlü biçimde bunların her birinin nasıl demagojik olduğunu ortaya koyalım. Hükümet ile Türk-İş arasında anlaşma olmayınca Erdoğan, Salı günü grup toplantısında bunların hepsini dile getirdi.Birincisi şu şaşırtıcı iddia: “Tekel meselesinin özelleştirmeyle hiçbir ilişkisi yoktur. Yaprak tütün depoları özelleştirilmemiştir, kapatılmıştır.” Bu iddia, iktisatçıları ancak güldürür. Hem de iki defa. Bir işletme özelleştirilirken üretim araçlarının sadece bir bölümü satıldı ise, geri kalanların hiçbir işe yaramayacağı doğrudur. O zaman onlar da makine ise hurda olur, tesis ise kapatılır. Ama bu duruma yol açan özelleştirmenin kendisidir. Üstelik ikincisi, Tekel işçilerinin çoğu özelleştirilen fabrikalarda çalıştırılırken depolara aktarıldı. Yani özelleştirme, istihdamı giyotinle doğradığı için depolara geçtiler. Böylece tütün depoları, birer geçici işçi deposu haline getirildi. İşçilerin işsiz kalması depoların kapatılmasından değil, fabrikaların özelleştirilmesindendir!İkincisi, Erdoğan “altını çizerek” Tekel işçisinin sadece bir kısmının eylem yaptığını ileri sürdü. Demek ki insan devleti, özel sektör mantığı ile yönetince, işçi sınıfının içinde olup bitenleri de izlemiyor. Tek Gıda-İş sendikasının Ocak başında eyleme devam edip etmeme konusunda düzenlediği referanduma katılan 9 bin küsur Tekel işçisinin 58’i hariç hepsi “eylem” dedi. Oran yüzde 99,6. Erdoğan hayatında böyle oybirliği görmüş mü? Üçüncüsü, sendikaların bugün “ücretli kölelik” olarak andıkları 4/C’ye geçmişte teşekkür etmiş oldukları iddiası. Tek Gıda-İş Başkanı Mustafa Türkel, işçinin önünde bu iddiayı reddetti. Velev ki sendikalar öyle yapmış olsun, işçi sınıfının gücü, sendikaları bugün geçmişteki o yanlış pozisyondan kopmak zorunda bırakmış olsun. Sendikaların böyle demesi işçinin mücadelesini nasıl haksız kılıyor ki?Dördüncüsü, “tüyü bitmemiş yetim” demagojisi. Sanırsınız Tekel işçisi ben evime gidip yatayım, devlet bütçesinden beni besleyin diyor! Devlet, hakkını isteyene cevaben, devlet bütçesine bir tüccar cimriliği ile sahip çıkıp sonra da “yetim” demagojisine kalkışacaksa, o zaman devlete çalışan her işçi ve memur asgari ücretle ve güvencesiz çalışsın, olsun bitsin! Devletin gözüne işçi bir “maliyet” olarak gözüküyorsa, zaten başka çözüm de olmaz!Beşincisi, Tekel işçilerinin reddettiği ücrete çalışacak milyonlarca işsizin ve asgari ücretlinin bulunabileceği demagojisi. Bulunur. Bulunur da bundan ne çıkar? Türkiye’deki işsizliğin müsebbibi Tekel işçisi mi? Asgari ücretin açlık sınırının altında olmasının müsebbibi Tekel işçisi mi? Hayır, bunların hepsi “özel sektör”ün ve onun “mantığı” ile çalışan devletin marifetleri. Sömürülen ve ezilenleri böyle karşı karşıya getirerek Tekel işçilerinin toplumda elde ettiği desteği azaltmaya çalışmak gerçekten yüz kızartıcı.

Sakarya Caddesi’nde bir heyûla dolaşıyor!

Tekel mücadelesinin Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükselmesi için bir kapı açtığını, başından beri söylüyoruz. Burjuvazinin sözcüleri de nihayet bunu teslim ettiler. AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli, katıldığı bir televizyon programında “sınıf bilinci” ve “sosyalizm”den dem vurarak ürküntü yaratmaya çalıştı. Tabii daha önemlisi, Erdoğan’ın “marjinal unsurlar” edebiyatı. Başbakan’a göre, Tekel eylemi işçinin amacını aştı ve birtakım marjinal gruplarca maniple ediliyor.Tekel işçilerinin, mücadelelerini canla başla destekleyen, ayazda soğukta gece gündüz demeden yanlarında yer alan sosyalistleri bağırlarına bastıkları doğru. Mücadele eden işçinin bilincinin hızla değişeceğini ve değişmekte olduğunu bu sütunlarda daha önce de yazmıştık. İşçi sınıfının içinden yazan gazeteci dostumuz Atilla Özsever’in aktardığı şu örnek çarpıcı: Bir Tekel işçisi “günde beş vakit komünist olduk” demiş! Bilincin çeşitli biçimlerinin, kısa süre içinde yaşanan değişimle, farklı çağlara ait jeolojik katmanlar gibi nasıl üst üste geldiğinin mükemmel bir ifadesi.Erdoğan’a sormak gerek: Madem bu gruplar bu kadar “marjinal”, nasıl oluyor da bu kadar güçlü bir toplumsal hareketi “maniple” ediyorlar? Türkiye’yi bir genel greve sürükleyecek kadar güçlü bir işçi mücadelesi nasıl oluyor da “marjinal” grupların hakimiyetine giriyor?Bırakın safsatayı! Bırakın demagojiyi! Yaşadığımız, kapitalist toplumda fiziğin yasaları kadar yalın bir gerçek olan, sınıf mücadelesidir. İşçi, ezilmeye isyan ediyor. Geleceği için, ailesi için, çocukları için “ölmeye hazırım” diyor. Siz de “özel sektör mantığı” ile ona karşı ölümüne savaş veriyorsunuz. Bunu yaşayan işçi, mücadelesini sonuna kadar götürmeye karar verirse, sarılabileceği bir tek akım var: Sosyalizm. Çünkü sosyalizm, Marx’tan beri başka hiçbir şey değildir: İşçi sınıfının gerçek hareketinin mantıksal sonucudur. Ezilmek ve sömürülmek istemeyen işçinin mutlaka siyasi iktidarı eline alması gerektiğini söyleyen doktrindir. Erdoğan, geçtiğimiz Salı günü grup toplantısında konuşmasını Tekel işçisine geçit vermeyeceklerini söyleyerek bitirdi. Bu konudaki son cümlesi, “Bu ülkenin sahipleri var” idi. Elhak vardır. Sermayenin sahipleri, ülkenin de sahibidir. Şimdilik.

3 Şub 2010

FLOWmarket: Soyut Tüketim Mağazası


SUT KUTUSU'ndan alınmıştır.


Tüketim toplumunu eleştirecek değilim çünkü hepimiz -istesek de istemesek de- bu sistemin bir parçasıyız. Artık önemli olan tüketime karşı bir tavır almak değil gittikçe büyüyen tüketim dalgasını kendi çıkarlarına uygun biçimde yönlendirebilmek. Günümüzde global pazarda post-modernizmin etkilerini açıkça gözlemleyebiliyoruz. Yeni, yepyeni bir ürün yaratmak ne mümkün, piyasadaki herşey bir öncekinin daha gelişmişi, daha estetiği, daha fiyatlısı. Bugünün mükemmel ürünü bugüne kadar yaratılmış mükemmel ürünlerin bir bütünü. Tüketim kalıplarında değişim sadece eskinin belirli periyodlarla geri gelmesi biçiminde gerçekleşiyor. Geleceğin tüketim trendlerini belirlemek ise farklı bir düşünce yapısını gerektirmekte. Tam bu noktada da yeni nesil yaratıcı düşüncenin gücü devreye giriyor. Bu dünyada paranın asla satın alamayacağını düşündüğünüz şeyler vardır. Mads Hagstrøm tarafından yaratılan FLOWmarket projesi bu kavramları 45 gramlık teneke kutularda satışa sunuyor. Ürün tanımını “Yeni nesil lüks” biçiminde yapan FLOWmarket bugüne kadar dünyanın çeşitli şehirlerinde açtığı 9 geçici mağaza ile çağımız insanının en çok ihtiyaç duyup asla satın alamayacağını düşündüğü ürünleri pazarladı. Minimal ambalajlı, sade beyaz etiketli FLOWmarket kutularında özgürlük, güven, beklentisizlik, sabır, yaratıcı ifade, iç huzuru ve daha ihtiyacınız olan birçok soyut kavramı bulabilirsiniz. İşe yarar mı? Belki de, denemesi sadece 19,98 dolar.

2 Şub 2010

Hafıza Günlüğü -1-


Vakit gazetesi iş başında. Bu kez de bir tiyatro oyununu "Ahlaksız haberden tahrik dolu mesajlar" diyerek hedef gösterdi
Beyoğlu’ndaki Kumbaracı 50 tiyatrosunun yeni oyunu “Yala ama Yutma” daha önce de çeşitli kişi ve kurumları hedef göstermekle eleştirilen Vakit gazetesinin yeni hedefi oldu. Oyunun senaryosunu ’ahlaksız’ olarak nitelendiren Vakit gazetesinin internet sitesinde “Elimize sopaları alıp salonu mu basalım” diyen okuyucu yorumlarına yer veriliyor. Kumbaracı 50 tiyatrosu yetkilileri ise tepkili: Oyunla ilgili yapılan haberde maddi hataların yanı sıra pek çok kışkırtıcı bilgi bulunmaktadır. Oyun herhangi
bir dine saldırı ya da aşağılama unsuru içermemektedir. Bundan sonra bu sanat olayına yönelik herhangi şiddet gerçekleşirse sorumluları açıktır.

Kumbaracı 50'nin internet sitesinde verilen bilgilere göre senaryosunu Özen Yula’nın yazdığı oyunun konusu şöyle: “Kurala göre yüzyılda bir ‘sınanma’dan geçmek için yeryüzüne gönderilen bir melek, yirmi dört saat içinde en azından bir insanı ‘iyilik adına’ yola getirmelidir. Başarırsa yeniden yüzyıllığına melek olarak devam edecektir, eğer başarısız olursa dünyada insan olarak kalacak ve eceliyle ölecektir. İşte bu sınanmaya tabi tutulan oyunun başkahramanı melek, kendini Türkiye’de bir porno film setinde, oyuncu Leyla’nın bedeninde buluverir.” Vakit gazetesinin haberinde, Kumbaracı 50 tiyatrosunun adı Kumbara 50 olarak yazılmış, oyunun senaristi ise Melis Tezkan ve Okan Urun olarak belirtilmiş. Maddi hatalarla dolu haberde şu ifadeler dikkat çekiyor: “Ahlaksız senaryosunu Melis Tezkan ve Okan Urun'un yazma cesaretini gösterdiği ‘Yala ama yutma' adlı oyunda melekler arasındaki sözde kurala göre her yüzyıl, bir sınavdan geçmek üzere melekler dünyaya gönderiliyor. Ahlaksız senaryoya konu olan melek ise bu sınav kapsamında, kendini Türkiye'de bir porno film setindeki oyuncunun bedeninde buluyor.” Vakit, haberinde Milli Gazete Kültür Sanat Editörü ve Tiyatro eleştirmeni Bünyamin Yılmaz ile tiyatrocu Birol Cüngül’den de oyunun ahlaksız olduğuna ve kaldırılması gerektiğine destek olan görüşlere de yer verdi.

Milli Gazete Kültür Sanat Editörü ve Tiyatro eleştirmeni Bünyamin Yılmaz, "Bu sadece Müslümanları değil, bütün din mensuplarını kızdırır. Modern zihinle inanç değerlerinin sentezini yapmak sağlıklı bir durum değil. Bu çok tehlikeli olabilir. İnsan bedenine meleğin girmesi çok saçma bir durum. Melekler inancımıza göre korunmuştur. İnsanın pisliğini meleklere bulaştırmak mümkün değil" diye konuştu.
"Bu oyun sahnelenmemelidir" diyen Tiyatrocu Birol Cürgül ise "Sosyal meseleleri ve problemleri, müstehcenlik aracı kılınarak gündeme getirmeyi ve bunu tiyatro sahneleri aracılığı ile yapmayı her şeyden önce başka sosyal problemleri doğurmaya yönelik bir davranış olarak değerlendiriyorum. Ayrıca toplumun inanç değerleri üzerinde tahrifat yapma alışkanlığının hala devam ettiğini görüyoruz. Bu konunun dini mihraklarca incelenmesi gerektiğini ve bu oyunun sahnelenmemesi gerektiğini düşünüyorum" dedi. Habere gelen yorumları haberin içeriğinin yaratmak istediği etkiyi açıkça gözler önüne serdi (İmla hatalarına dokunulmamıştır):

“Nerdesiniz yetkililer?????Resmen provakatör bunlar !!!! Elimize sopaları alıp salonumu basalım?, bun denli densiz ve dinsiz oldukları için cezalarını bizmi verelim nerde seçilen ve atanan sorumlular??nerde?”
“HAYVANLAR ÖZGÜRDÜR hayvanların utanma ve haya duyguları olmaz arkadaşlar. Bu hayvanlardan nasıl olurda utanma arlanma beklersiniz.”
HAKARET
söylenecek en asagilik kelime bile az kalir.suurlu bir insan kalkipda siddete dayanan bir tepki gösterse kendisini yetkili sayanlar kimi suclar acaba.


İdil Biret konseri akıllara geldi Vakit gazetesi yine Temmuz ayında Topkapı Sarayı’nda sergilenecek İdil Biret konseri öncesinde “Mini etekler kızların servis ettiği şarapları içecekler” diyerek konseri provoke etmiş, Alperen Ocakları üyeleri de konser günü saldırıda bulunmaya çalışmıştı.
KUMBARACI 50’DEN AÇIKLAMA: SORUMLULAR AÇIKTIR Metni Özen Yula'ya ait olan ve biriken tarafından sahneye koyulan Ayça Damgacı, Nebil Sayın, Cem Yanılmaz, Can Anar ve Ovez Muradov 'un oynadığı 'Yala Ama Yutma!' oyunu bir gazete tarafından gerçeğe uygun olmayan şekilde habere konu edilmiştir. Oyunla ilgili yapılan haberde maddi hataların yanı sıra pek çok kışkırtıcı bilgi bulunmaktadır. Oyun herhangi bir dine saldırı ya da aşağılama unsuru içermemektedir. Oyunla ilgili provakasyonlar konusunda herkesin sağduyulu davranmasını rica ediyoruz. Bundan sonra bu sanat olayına yönelik herhangi şiddet gerçekleşirse sorumluları açıktır.




Radikal Gazetesi internet sayfasından alınmıştır.

27 Oca 2010

Babalar,çocuklar,devletler,katiller...

Radikal Gazetesi web sayfasından alıntıdır.

KARİN KARAKAŞLI (Arşivi)

Okullarda dönem sonu yaklaşırken, bazen sınıflarda film izliyoruz. Bu haftanın başında benim şansıma Uçurtma Avcısı düştü. Afganistan’ın acılı yakın tarihini ailelerin ve kuşakların hikâyesi üzerinden veren filmde, ihanet ve sadakat, kardeşlik ve düşmanlık kavramları bir ömür süren ödeşmeler üzerinden oya gibi işleniyordu. Çünkü pişmanlıkla birlikte içine bir kez “Neden böyle ettim?” sorusu kaçmışsa, ne denli inkâr etsen de hayatın, hep o yanıtı aramak ve hikâyeni bir Allahın kuluyla paylaşmayı ummakla geçecektir. Filmde Kâbil’in gökyüzünde uçurtmalar uçuşurken bir baba oğluna kendi aradığı bir yanıt olduğunu da itiraf edercesine şöyle diyordu: “Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?”Gözümü yeniden kırptığımda İstanbul göğünde kar taneleri vardı. O taneler, kalabalıkla birlikte durduğumuz yerde başımızı kaldırıp da camdan bize haykıran genç adama öylece bakarken gözümüzün içine yağıyordu. “Ben bu dünyanın camını çerçevesini kırmak istiyorum. Önce şu Agos’un güvenlik camlarını indirmek istiyorum. Babamın büstü var içeride, onu da kırmak istiyorum. Çünkü ben büstleri değil, insanları seviyorum” diyordu o genç adam. “Üç yıl sonra neredeyiz? Neler yaşandı biliyor musunuz?” diye soruyordu. Biliyor musunuz, aslında anlıyor musunuz sorusuydu. Biliyoruz diye bağırdı binlerce insan.

Öldürenleri övmek

Bilenler artık tek bir seste ortaklaşıyordu zaten. Bir gün önce gazeteci Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın Sincan F Tipi Cezaevi’nden tahliye edilmesi dolayısıyla aralarında Hrant Dink’in ailesinin de yer aldığı siyasi cinayet mağduru 16 aile, ibretlik gerçeği haykırmıştı: “Asıl üzücü olan tetikçilerin yüceltilmesi, maddi ve manevi olarak desteklenmesidir. Ses getiren cinayetleri işleyenlere evlenme teklifleri gelmesi tüm dünyada sık rastlanan bir toplumsal psikoz örneği. Ancak katillerin örgütlü şekilde cezaevinden kaçırılması, anı fotoğrafı çekilmesi, eli kanlı kişilerle gurur duyulması ne üzücü ki ülkemize has bir görüngü ve moda olmuştur. Katillerin kahraman ilan edilmesini, katillikten sermaye biriktirilmesini, katilliğin ranta çevrilmesini kınıyoruz. Ağca ve benzerlerini, düşünceyi kurşunla susturmaya çalışan, kurbanını tanımadan öldürenleri övmek insanlık suçudur.”Çocuklar, babalarının devamıdır. Hayatın sürekliliği, ölümlü dünyanın ölümsüzlük ihtimalidir. Devletler de sürekliliğe büyük önem verir. Devletin bekası sözünün ağırlığı bu yüzden kendinden önce gider. Ama mesele bu bekanın ne üzerinde sağlandığı. Yurttaşlar üzerinden mi, katiller üzerinden mi...Arat, adaletine güvenmediği bu ülkede, üç yıldır yurttaşın üzerinden sağlanacak bir beka umuduyla yaşıyor. “Üç yıl önce babama ağlarken, hayatımın en kötü gününde öfke içindeyken, siz şaşkınlığı eklediniz ona. Üç yıl önce sizin sayenizde içime umut doğdu. Sizinle birlikte babamın üç yılının hesabını soracağımızı ümit ediyorum” diyor. Sadece o üç- dört tetikçinin değil, Valiliğin nasıl mahkemeyle dalga geçtiğini paylaşıyor. Hepimiz Ermeniyiz diyen bir kalabalığa da katiller üzerinden sağlanmaya yeltenen bekanın tarihsel bilançosunu anımsatıyor: “Biz bu ülkede yüzde 20’ydik, bugün binde bir bile değiliz. Yüzyıl önce avdık şimdi yem olmuşuz, yem.” Bir ülke kendi kaderini şu basit denklemle belirler. Devlet olarak neyinle övünüyorsun; katilinle mi, yurttaşınla mı? Yurttaşlarını neye göre ayırıyorsun? Katli vacipler ve yaşamasına icazet verilenler olarak mı? Peki asıl öldürmeye çalıştığın ne? Kendini açık etme korkun mu? Neyi saklıyorsun öyleyse? Nedir bu kadar kanla gizlemeye çalıştığın? Nedir bizden topluca çalınan?Günlük hayatları dökülen ve hesabı verilmeyen kanla parçalanmış tüm aileler, adaleti tecelli ettirmeyen bir devletin, katiliyle anılan bir devletin yurttaşı bilinmenin nasıl da haram bir yaşam olduğunu haykırıyor. Alınan nefesin, içilen bir yudum su, ağza atılan bir lokma ekmeğin zûl olduğunu. Çünkü katilleri yüceltmek, devletleri rakımsız kılar. Bir daha hiçbir özlü sözün, andın, resmi açıklamanın kurtaramayacağı bir alçaklığa tutsak eder, belini doğrultamazsın omurgan kalmadığından. Ararat ya da Ağrı, sınırın iki yanında da ayrı hikâyeleri ortak umutta birleştiren vakur bir dağdır. Keyfine göre bir görünüp bir yok olmasıyla, nice söylenceye konu oluşuyla biriciktir. Arat Dink de bu ülkenin biricik evladıdır. Tıpkı babası gibi, Türkiye’yi anlatan bir adamdır. Eş, kardeş, evlat, torun vs. ailenin tüm diğer fertleri ile birlikte halen burada kaldığı için Türkiye’yi yaşanılır kılan insandır. O, 19 Ocak konuşması yapmadı. Babasını da sırtladığı bir koca dünyada, ezim ezim getirilmeye çalışılan erkeklik gururunu geri aldı. Dünyanın en muhteşem konuşma ve yazılarının Hrant’ı geri getirmeyeceğini biliyoruz. Kaybedeceğini kaybetmiş olanların anlayabileceği bir bilgiyle biliyoruz. Onlardan, bizden, hepimizden çalınan canın yerine konacak bir can yok. Telafi yok, teselli yok. O yüzden kimse üç- beş tetikçiye verilecek birkaç yıllık cezaları adalet diye yutturmaya çalışmasın. Arat’ın sözünden utansın. O vakur isyanda buluşmak, öfkeden umut, hınçtan sevgi, kalleşlikten adalet damıtmanın yolunu gösteriyor. Duvarlara toslaya toslaya, el yordamıyla aranan bir yolu. Bir oğul, babasına reva görülenin isyanında hepimize yeniden o yolu sundu. Devlete katilinden değil yurttaşından bilinme yolunu. Hepsi bu.

2 Eki 2009

Türkçe konuşmaktan aciz olmak-olabilmek...

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=t%C3%BCrk%C3%A7e+konu%C5%9Fmaktan+aciz+milliyet%C3%A7i

17 Ağu 2009

Bilmem ne KAMP ( Bodrum’da işte… )


Yakın zamanda aslında tam olarak da 20 Temmuz’un başlangıç olduğu yanmış, bitmiş, kül olmuş bir organizasyon ile ilgili söyleyeceklerim. Aslında amacım yine, yeni ve yeniden uyarmak ve de mümkün olduğunca organize bir halde harekete geçebilmektir. Gençliğin ve belki de tecrübesizliğin verdiği bir aldanmışlık haliyle her şeye inanan ve de katılan bir bünye olarak yaşama devam etmeye çalışıyorum. Umarım bir yerde bir şeyler telafisi olunmaz hale gelmez…

Organizasyonun batışı-yıkılışı ve de sonrasındaki toz toprak içindeki günlerin tartışması için ilgili platforma yolculuk için ilişim tam olarak aşağıda ;

http://www.facebook.com/group.php?gid=123973183085&ref=ts

TeknoSA'ya HAYIR!


Uzun süredir zevkle alışveriş yaptığınız ve özellikle de Sabancı ismine güvenerek bunu yaptığınız da güven konusunda sahiplendiğiniz değerlerin ne kadar da kolay sarsılabilir hatta un ufak edilebilir olduğunu fark ediyorsunuz ne yazık ki. Neden mi! Çünkü neredeyse koca bir yaz dönemi boyunca kandırıldım ve de en sonunda kendimi enayi gibi hissetmeme neden olan bir olayla karşılaştım… Hiç almadığım hatta ucundan kıyısından bile yararlanmadığım bir hizmetten ötürü bu öğrenci ser sefil halimle 20$ + KDV ödemek zorunda bırakıldım. Eğer arada bir daha satın alma imkânımın yakın gelecekte hiç bulunmadığı bir dizüstü bilgisayar ve de kaybetmekten ödüm koparcasına korktuğum bilgilerim olmasaydı işler çok daha fazla içinden çıkılmayacak hale gelebilirdi. Güya amacım akıllılık ederek TeknoSA’nın bana lütfederek sağlamış olduğu 2 yıllık garantinin son günlerinden yararlanarak bu oldukça basit arızadan kıl payı kurtulmak ya da kıl bile kaptırmadan kurtulmaktı. Normalde birkaç günde 30 – 40 lira karşılığında hallettirebileceğim bir teknik safsatayı belki de biraz daha uzun süre beklerim ama olsun en azından cebimden beş kuruş çıkmaz diyerek başladığım bir ölüm kalım macerasının hikâyesidir şu gördükleriniz. Bundan sonra yazdıklarım öznel katkılar dışında tamamen nesnel ve de olup bitenin teknik açıklaması şeklinde olacaktır(!).

Dizüstü Bilgisayarın Şubeye servise gönderilme amacıyla teslim ediliş tarihi: 15 Haziran 2009

Aracı şubenin servis merkezine gönderiş tarihi: 16 Haziran 2009

Şubeden gelen ilk telefon ve de kullanıcı hatası olduğunun bildirilmesi: 27 Temmuz 2009

Sorunun oluşumunun kullanıcı hatasından kaynaklandığı tespit edildiği için tamir işlemi ücrete tabir tutulacakmış ve de tamirin maliyeti 193$ + KDV imiş ama eğer bu ücreti ödemeyi kabul etmezsem eğer tanı ve de teşhis için 20$ + KDV ödemeliymişim. Aksi takdirde ürünü geri alamazmışım (!) O gün ile ilgili en son hatırladığım şey telefonun diğer ucundaki kadının benim KİMİN MALINI KİME VERMİYORSUNUZ höngg bağırışlarımla telefonu kapatışıydı.

Teşhis ve de tanı için belirlenen ücretin bankaya gidilerek paşa paşa yatırılması: 31 Temmuz 2009

Ürünün tekrar elime ulaşması: 4 Ağustos 2009

Bana giren çıkan: Dizüstü Bilgisayarım olmadan geçen 49 yaz günü ve gecesi ayrıca 35 lira ( 20$ + KDV )

Teşekkürler TeknoSA…

8 Haz 2009

Ayıp mı Günah mı ? Ya da her ikisi veya hiçbiri...


30 yıl sonra bir ilk!


Suudi Arabistan'da sinema gösteriminin 30 yıl önce yasaklanmasının ardından, ilk defa geçen Cuma günü başkent Riyad'da bir film oynatıldı. Dubai'de basılan Gulf News'in haberine göre, Suudi aktör Feyyaz El Maliki'nin oynadığı 'Manahi' adlı komedi filmi, Kral Fahd Kültür Merkezi'nde geniş bir topluluk tarafından izlendi. Film gösteriminin. Suud kültürü ve toplumu açısından önemli bir dönem noktası olduğu belirtildi. Filmin, Suudi milyarder Prens El Velid Bin Talal'a ait Rotana adlı medya şirketi tarafından Suudi Arabistan'da gösterildiği öğrenildi.Daha önce Cidde ve Taif şehirlerinde de oynatılan film, ilk defa halka açık ve ücretli gösterildi. Film, 25 bin erkek ve 9 bin bayan tarafından ilgiyle izlendi. Körfez ve Arap dünyasının popüler aktörü El Maliki, gazeteye verdiği demeçte, aşırıcı militanlardan telefonda her gün tehdit aldığını söyledi. El Maliki ayrıca filmde yedi Suudi aktör ile iki bayan aktörün de rol aldığını kaydetti. Filmde, çabuk zengin olmak isteyen saf bir bedevinin borsadaki maceraları ve dolandırılması konu alınıyor. Prens El Velid, filmin gösteriminden elde edilen gelirleri ülkedeki kanser hastalarının tedavisi için bağışlayacak.
( Haber Türk'ten alıntıdır.)


Coğrafi olarak yakın bölgelerde ikamet eden farklı kültürlere ve de kimliklere sahip toplumların sahip oldukları ya da aslında olamadıkları avantajlar ve de dezavantajların neler olduğu düşünüldüğünde; hayatın kimin ya da kimler için daha adil ve kolay kimler için ise daha zorlu ve adaletsiz olduğunu kolayca görebiliyoruz aslında. Ama bazılarımız için pek de görülmeye değer ve de üzerinde durulması gerektiği düşünülen bir konu değil bu. Çünkü kulak arkası etmek, görmemezlikten gelmek, seslenen ağızlara, bağıran yüzlere el göz kapamak pek bir kolay pek bir kolaycılık ne de olsa... Yeniliklerin, değişimleri ve de dönüşümleri getirdiği her gün, hayat yaşanmaya daha bir değermiş gibi görünür...

Suudi Arabistan halkının bu çağda, bu zamanda, bu diyarda elde edemediği fırsatların söz konusu edilesi eşitsizliği kimin suçu ? İnsanların kapalılığı da açıklığı da korkutucu, yasakları ve değerleri acı verici... İnançları sorgulayıcı, toplumları yargılayıcı...
İfade özgürlüğünün önemi ve de sanat üzerine düşünebilmek...

2 Haz 2009

TüketMEk


Bitirmek? Acı çektirmek? Zorlamak, zorlatmak yeri geldiğinde dibini sıyırmak... Acımamak, acıtmak yeri gelmediği anlarda bile; yerine geçmek, yer almak, yerden kaldırmak. Yaşamak için, hayatta kalmak için savaşmak mı yoksa yaşamı uğruna savaşır hale getirmek mi? Bu bir bayrak yarışı mı yoksa bir pahalı görünen ama bir o kadar ucuz olan bir soyratı gösterisi mi? Yediklerinden, yemediklerinden sorumlu olduğun bir aile akşam yemeği değil bu... ne de tabakta arta kalanlar arkanda ağlayacak ne de tüketmediğin her tane bezelye ya da her somun ekmek için öğrenci sicil defterine işleneceksin... Hiçbiri olmayacak... ne karşı apartmandaki hırsızların kendi evlerini soymak için kapıyı zorladıklarını ne de süpermarketlerdeki kasalarda bekleşen, indirimlerdeki ürünleri kapış kapış götüren insanların azaldığı günleri göreceksin. Hey sen yediği ile sıçtığı o dışkı niyetine suya yuvarladığın arkasından da kokulularının bile olduğu kağıt parçaları ile kendini temizlediğini sanan, şu an o parlak ekranda, renkli dünyanda, o dünyaya 15 cm mesafedeki gözlerin ile bu kelimelerin üzerinde dolaşan Adem'in evladı(!) Dinle ! Sadece okuma...

21 May 2009

Pınar Selek

Paylaşmak istediğim Pınar Selek röportajı...
Benim derdim erkeklerle değil 'Erkeklik'le!

http://www.pinarselek.com/public/rop_01.htm

Gen Pek Bir Bencildir...


Richard Dawkins'in Gen Bencildir ( The Selfish Gene) adlı kitabının kişisel bir analizidir.

Şempanze ve insanın evrimsel geçmişlerinin yaklaşık yüzde 99,5’i ortaktır; yine de birçok mantıklı insan şempanzeye eğri büğrü, insanla ilişkisiz, tuhaf bir yaratık olarak bakar ve kendisini Mutlak Yaradan’a erişme yolunda bir basamak taşı olarak görür.[1]İngiliz uyruklu etolog,yazar,evrim kuramcısı,Oxford Üniversite’sinde zooloji Profesörü olan Richard Dawkins Gen Bencildir adlı kitabına bu cümle ile başlıyor.Üç milyar yıl önce doğal seçilim olarak tanımlanan bir süreç içerisinde Dünya üzerinde görüp görebileceğimiz tüm canlılar bugünkü hallerini, görünümlerini almışlardır.Her şey aslında Richard Dawkins’e göre canlı hayatını devam ettirebilen, sürdürmeye müsait genler aracılığıyla, bu genlerin sayıca diğer nesillere aktarılması ile doğal seçilim çerçevesi içerisinde gelişmiştir.Darwin ve Mendel’in başlattığı akabinde R.A.Fisher’ın , W.D. Hamilton’ın ,G.C.Williams ve J. Maynard Smith’in devam ettiği doğal seçilim kuramını sosyal bir bakış açısı ile özverili ve bencil davranış kuramları, çıkarcılığın genetik tanımı,saldırgan davranışların evrimi ve nedeni,kanbağı kuramı,eşey farklarının doğal seçilimi gibi başlıklar altında Richard Dawkins okuru tartışmaya çağıran “popüler“ üslubu ve geniş bilgi birikimi ile bu kitapta ele almıştır.Kitapta özellikle bilime yabancı olan okuyucu düşünerek hemen hemen hiç teknik terim kullanmamış; özel sözcükler kullanması gereken yerlerde de söz konusu bu sözcükleri tanımlamıştır.
Kullandığı yalın üslup ve duruluk sayesinde okuyucuya hem soluk aldırırken hem de ehli olduğu biyoloji konusunda ve özellikle de bencil davranışları tanımlarken kullanmış olduğu “doğadan” bizzat hayvanlardan oluşan örneklerle neredeyse kusursuzca yapılan gözlemlerin inanılması güç sonuçları ve nedenleri ile okuyucu karşı karşıya getiriyor ki sermiş olduğu mantığın anaforu içinde kaybolup gidilmesi yerine okuyucu kitaptan aldıkları ile düşünce yumağında kendini aşabilsin ve tartışmaları ileriye götürebilsin. Anne ve Baba kavramları üzerinde kurmuş olduğu “yatırım“ ilişkisi sosyal hayat içerisinde ebeveynlere yüklenmiş olan ya da yüklenmiş oldukları kimliklerin aslında çok altında, pek derinlerde o gözle görülemeyecek sarmalın içerisinde bir yerlerde, kendi soyunu, kalıtsal özelliklerini devam ettirebilmek adına bir çeşit danışıklı dövüş halinde bulunabildikleri, diğer bir yandan çıkar çatışması- fayda sağlama yarışı olabileceğini de gözler önüne sermekte. Richard Dawkins GİRİŞ kısmında seslenircesine bir eda ile “Bizler yaşamkalım makineleriyiz, genler adıyla bilinen bencil monekülleri körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız.” Diyor ve sanki tüm canlı hayatının, sosyal yaşantıların, durmak bilmeyen teknolojik gelişmelerin öznesi olan insana sen aslında yalnızca bir meşale taşıyıcısısın, amacın meşaleyi sönmeden, ta ki diğer taşıyıcı ile karşılaşıncaya kadar tüm doğa koşullarından ve her türlü engeli bertaraf ederek, aynı bir bayrak yarışı gibi ya da her ne olduğu önemli olmayan bir meşale taşıyıcısı gibi ana hedefe ulaşılıncaya dek, korumak, en sağlıklı-başka bir anlamda kaliteli iken genlerini aktarmaktır. Gezegendeki zeki varlıkların gün gelecek varlıklarını soracak yaşa gelecekler ve “Yaşamın bir anlamı var mı? Niye varız? İnsan nedir? Gibi sorular soracaklardır der Richard Dawkins. Ancak Evrimi biliyor isek buna verebileceğimiz cevap hurafelere sığınarak verilen kaçamak cevaplar olmamalıdır diye düşünüyor.Ancak Richard Dawkins özellikle de belirtiyor ki bu kitapta amacım Darwinciliğin avukatlığını yapmak değil,bencillik ve özverinin biyolojisini
İncelemek. Başarılı bir gen bencilliği ön planda olan gendir diyor. Ayrıca genin bencilliği ona göre bireylerin davranışlarında da bencil olmalarına yol açacaktır ve açıyordur. Özverili davranışa şöyle bir örnek veriyor Richard Dawkins “ İşçi arıların sokma davranışı bal hırsızlarına karşı çok etkili bir savunmadır. Sokucu arılar, kamikaze dövüşçüleridir; sokma eylemi sırasında, hayati önemdeki iç organlar genellikle vücudun dışında çıkar ve arı, soktuktan hemen sonra ölür. Bu intihar eylemi koloninin çok önemli besin depolarını kurtarmış olabilir fakat arı, bunun faydalarını görmek için ortalıklarda olmayacaktır.” Bu demek oluyor ki özverili davranış örnekleri ile doğal yaşam içerisinde sıkça karşılaşabiliyoruz.
Ancak sorun şu ki bencil genlerimiz ve bunların davranışlarımıza yansıyan yanları bizi özverili olmaya çalışmaktan uzaklaştırıyor mu? Ya da sergilediğimiz özverili davranışların belki de tümü altında yatan genlerimizin hayatta kalmasını sağlama amacı üzerine mi? Darwin’in en uygunun yaşamda kalması kuralı içerisinde en uygun ile kastedilen nedir ve uygunluk neye göre belirlenir? Evrim engellenebilir mi? Evrimin ürünü olan bizler evrimi istedik mi? Var olmaya devam edebilenler yani bizler, kendimiz yani bizi meydana getiren genler için daha iyi yaşamkalım makineleri yapabildiğimiz için mi şu an hayattayız? Bizler yani bu etten, kemikten ve dokulardan oluşan bedenlerimiz amaca ulaşıldığında bir kenara konulacak mı? Genler jeolojik zamanın yerleşik ve ölümsüz sakinleriler mi? Sir Peter Medawar’ın dediği gibi “Yaşlı bireyler türün diğer bireyleri için özverili bir davranışta bulunarak ölürler, çünkü üreyemeyecek denli bitkin düştüklerinde dünyayı amaçsız bir kalabalık haline getirirler “ mi?
Kafalarda oluşabilecek yüzlerce belki binlerce soru… Hayata, ölüme, yaşam amacına, yaşlılığa, yaratılışa ve her türlü bilinmezliğe ve de kesinleştirilemeyene doğrultulan soruların namludan bakıldığında nasıl göründüğü, nasıl bir etki yaratabileceği de kendi içinde yine bir bilinmezliği doğuruyor belki de. Önyargılardan, dini bağnazlıktan kurtulamayan ve de farklı bakış açılarına kapalı, farklılıkları sindirememiş bünyelerde hazımsızlığa neden olabilir. Benden söylemesi…
[1] Gen Bencildir The Selfish Gene , Richard Dawkins

11 May 2009

Yatay Toplum

Lawrence M. Friedman'ın Yatay Toplum isimli kitabından alıntıdır.(Kültür Yayınları) Çeviren:Ahmet Fethi

Yaş Grupları ve Gençlik Kültürü

Modern toplumda gençlik kültüründen epeyce haberdarız. Yaş bölüklerinden ve akran gruplarından da haberdarız. Medya X kuşağından, nüfus patlaması kuşağından ve diğer gerçek ya da imgesel bölüklerden söz etmeyi sever. Yaş bölükleri antropologları şaşırtmaz; çoğunlukla yaşamın bir aşamasından diğerine geçişin işareti olan ayrıntılı görenekleriyle, her tür toplumda onlara rastlarlar. Fakat o toplumlar yüz yüze toplumlardır. Modern yaş bölüğü, birbirinden çok uzak yaşayabilen ve çoğunlukla da uzak yaşayan üyelerden oluşur.
Gençlik kültürü kavramı bazı bakımlardan yanıltıcıdır. Kuşkusuz çağdaş toplum popüler kültürde gençliğe önem verir-zevklerine, alışkanlıklarına, yaşam tarzlarına. Spor yıldızları her zaman gençtir; film ve rock yıldızları da(genel olarak). Fakat modern kültürü bir gençlik kültürü haline getiren şey, tam da ait olmak için genç olmak zorunda olmanız olgusudur. İstediğiniz yaşta gençliğin müzik zevkine, yürüme, konuşma, giyinme ve saç kesim tarzına öykünerek gençlik kültürüne katılabilirsiniz-tıpkı bir dine girebileceğiniz gibi. Yatay toplumda yaşam tarzları en azından görünen düzeyde şaşırtıcı ölçüde akışkandır. Hızlı iletişim bunu olanaklı kılar. Los Angeles’te çeteler arasında başlayan bir tarz, altı ay sonra Paris’e ulaşıp modayı etkileyebilir. Tarzlar sadece akışkan değil, herkese açıktırlar da. Tıpkı suşi yemeniz için Japon olmanız gerekmediği gibi, gençlik giysileri giymek için genç olmanız gerekmez. Zengin olmanız da gerekmez. Blucin bir bakıma oldukça demokratiktir.
Gençlik kültürü (paradoksal bir biçimde) bugünlerde hiç kimsenin yaşlanmasına gerek olmadığı anlamına gelir. ( Elbette sağlıklı olmaya ve de biraz paraya ihtiyacınız var.) Şimdi yaşlılar sanki gençmiş gibi davranmayı tercih edebilirler. Tıpkı bir gençlik kültürünün var olması gibi, bir kıdemli kültürü de vardır; altın yaşlarda olmayan hiç kimse isteyerek tercih etmese de. Başka bir ifadeyle, hiç kimse yaşlılara aldırmaz-mecbur kalan politikacılar hariç. Politikacıların mecbur olmasının nedeni, yaşlıların sadık seçmen olmaları, güçlü bir lobi oluşturmaları, ekonomide ve siyasal yapıda hatırı sayılır bir güce sahip olmalarıdır. Gerçi pek çok yaşlı Gri Panter değildir, hatta kamusal işlerde bile aktif değildir. Fakat sahici bir çıkar grubu oluşturmaya yeterler. Bu grup, diğer şeylerin yanı sıra zorunlu emekliliğe son verilmesi için savaşır. Yaşlılar her şeyden önce emeklilik maaşı ve sağlık yardımı isterler; fakat bir kısmı, gençlerin yaptığı her şeyi yapmayı tercih etme hakkını ister. Dolayısıyla altın yaşlarda seks üzerine tüm literatürü ve benzeri… Yatay bir toplumda, vücut elverdiği sürece yaşlılar katı yaş derecelerine dayanan sosyal düzenlerde onlardan esirgenen birçok seçeneğe sahiptirler.
Woodstock Ulusu’nun-rock and roll müziğini takıntı haline getiren ve genel olarak konuşursak hippi eğilimli gençlerden oluşan grup-üyesi olan yaşlıların sayısı fazla değildir.( Bugünlerde bu ulusun ilk üyelerinden bazıları orta ve orta yaş üstüne yaklaşıyor.) Bu tür uluslar yatay olarak oluşurlar; söz medya aracılığıyla kartopu gibi büyüyerek yayılır. Woodstock Ulusu sadece bir metafordur; hiç kimsenin bu ulusa tutkulu bir bağlılığı yoktur; en azından çok-kültürlü bir toplumda diğer pek çok ulusla karşılaştırıldığında. Bir rock konserinde buluşan insanlar, kesinlikle istikrarlı bir grup değildir. Aslında birbirlerinden çok sahnede bağırıp çağıran göstericilerle etkileşirler. (MTV izleyicileri kadar yalıtık değildirler.) Onları birbirine bağlayan şey konser deneyimi değil, bir kültürdür, bir zihin çerçevesidir. Modern toplumda uluslar istikrarlılık derecesi ve bağlılık miktarı bakımından farklıdırlar. Woodstock Ulusu bir uçta olabilir; kanlı yeminleri, tuhaf ritüelleri ve mistik bağlarıyla gizli dernekler diğer uçta olabilir.

VE/VEYA